Çanakkale harbinde tarihlere şanla geçen kahramanlık destanları yazılmıştır. İşte bu destanlardan birisini yazan da Havranlı Koca Seyit’tir. Koca Seyit, 1889 yılında Eylül ayında dünyaya gelmiştir. Babasının adı Abdurrahman, annesinin adı Emine’dir. 1909 yılı Nisan ayında askerliğe başlamıştır. 1912’de Balkan muharebelerine katılmış, savaş bittikten sonra topçu eri olarak Çanakkale cephesinde görevlendirilmiştir.

Güzel ilçemiz Havran’ın bağrından çıkmış, bu topraklarda doğmuş ve büyümüş, yiğit bir cengaver Koca Seyit.. Savaşlarda geçen ömrünü, yorgun bedenini yine bu topraklarda istiratgaha bırakan Koca Seyit’in kabri, Havran’ın Kocaseyit Köyü’ndedir. İlk adı Manastır olan sonra Çamlık adını alan ve Seyit Ali’nin vefatından sonra da Kocaseyit adı verilen bu köy, her yıl binlerce kişiyi misafir eder. Koynunda yatırdığı kahramanı ziyarete gelen çocuk, genç, yaşlı herkes o kutlu davanın neferini mezarı başında anar ve dualar ederler.

Dünya, yeniden şekillenmekteydi. Akımlar, ayaklanmalar, Trablusgarp ve Balkan Savaşları… 1914 yılında başlayan milletlerarası mücadele Asya’yı, Avrupa’yı ve Afrika’yı saran bir savaş halini almıştı. Osmanlı Devleti, bu savaşta birçok cephedeydi. Kendi sınırlarındaki cephelerin yanı sıra, sınırları dışındaki topraklarda da mücadele etti. Bu cephelerin en çetini ve önemlisi, İstanbul’un kilidi, vatanın kilidi olan Çanakkale’ydi.

Çanakkale Savaşları, dünya tarihinde ender rastlanan deniz ve kara savaşlarından biridir. Siyasi açıdan, birçok emelin sona erdiği, askeri açıdan insan gücünün ve inancının makineye galip geldiği, yarım milyonun üzerinde insanın hayatını kaybettiği ya da sakat kaldığı ve sonuçları itibariyle de, geçmişte olduğu gibi birçok yanlış hesabın suya düştüğü bir savaştır.

Birinci Dünya Savaşı esnasında vatanın savunması için her cephede mücadele eden yiğit Mehmedler, nice destanlar yazdı. Zamanla efsaneleşecek olan bu kahramanlar, birtakım milletlerin yaptıkları gibi hayal mahsulü değil, gerçekti. Uçan, ağ atan, altlarında teknolojik araçları, gizli güçleri olan yapma kahramanlar değildi. Binlerce yıllık tarihin yetiştirdiği bu kahramanların ağızlarından çıkan tek cümle “Vatan Sağolsun”du.

İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı’nı tehditleri 1914 Ağustosundan itibaren başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin tarafsızlık çabaları sonuçsuz kalmış ve İtilaf Devletleri’nin boğazı ele geçirme hırsları daha da artmıştı. Yenilmez armada (!), boğazı rahatlıkla geçecek ve oradan da İstanbul’a dayanacaktı.

19 Şubat 1915 günü İtilaf Devletleri donanması bütün gücüyle taarruza geçmişti. Bir ay boyunca Osmanlı tabyalarına bombardıman eden İtilaf donanması gemileri, nihai bir hücum için 18 Mart sabahı boğazın serin sularında üç grup halinde yol alıyordu. Birinci grupta Queen Elizabeth, Agememnon, Lord Nelson ve İnflexible, ikinci grupta dört Fransız zırhlısı ve üçüncü grupta da İrresistable, Albian, Vengeance, Swiftsare ve Magestic gemileri bulunmaktaydı. Bu gruptan sonra da Cornwallis, Conapus, Dorthmouth ve Dublin kruvazörleri geliyordu. Dev savaş gemileri, girişteki tabyalarımızı etkili toplarıyla susturdu. Queen Elizabeth, ağır toplarıyla uzak mesafeden önce Çimenlik Tabyası’na, sonra Çanakkale şehrine ve daha sonra da Hamidiye Tabyası’na ateşe başladı.

Lord Nelson gemisi, Rumeli yakasındaki Hamidiye Tabyası’na; George ve Triumph gemileri Mecidiye, Yıldız ve Dardonos Tabyaları’na ateş açtılar. İtilaf Devletleri donanması boğazın en dar yeri olan Kilitbahir ile Çanakkale arasına yöneldi ve deniz savaşlarının en hararetli anları başladı. Türklerin ağır topları, düşman üzerinde şaşırtıcı bir etki yaptı. İsabet alan İnflexible Gemisi mürettebatına, “Geri dön!” emri verildi. Bouvet Zırhlısı, almış olduğu isabetten dolayı yanmaya başlamıştı. İsabet alan Suffren de savaş dışı kalmıştı. De Robeck, Fransız gemilerinin yıprandığını gördü ve bu gemilerin geri dönmelerini, üçüncü grup gemiler ile yedeklerin onların yerini almalarını emretti. Fakat Nusret Mayın Gemisi’nin döşediği mayınlardan birine çarpan Bouvet birkaç dakikada 640-700 kadar mevcudu ile sulara gömüldü. Daha sonra, Irresistable Zırhlısı, Beyaztepe hizasında bir torpidoya çarparak yan yatmaya başladı. Ocean Zırhlısı ise Irresistable’ın yardımına gitti.

Ağır bombardıman sonucunda Mecidiye Tabyası’nda bulunan top bataryaları büyük hasar görmüştü. Dört toptan sadece biri çalışır vaziyetteydi. Onun da vinci arızalıydı. Yirmi yaşında askere alınan Çamlık Köyü’nün delikanlısı 276 kg’lık top mermilerini tek tek sırtlayarak kundağa yerleştirdi. Bir, iki ve üç. Üçüncü atışında İngiliz gemisi Ocean’a isabet sağladı. Atılan mermi, Ocean’ın dümen tertibatını bozmuş, gemi dönerek kıyıya yaklaşmaya başlamıştı. Bu esnada mayına çarptı ve yavaş yavaş boğazın derinliklerine doğru gözden kayboldu. Çanakkale Savaşları’nın, kırılma noktası sayılabilecek olan ilk bölümü, İngiliz ve Fransız donanmalarının yenilgisi ile son bulmuş, neticede Çanakkale geçilememişti.

Top mermisini sırtlayan yiğit şaşkındı. Silah arkadaşları ve komutanları sevinçle “Vurdun gemiyi Seyid!” demişler, bu tarihi anı hayatları boyunca unutamamışlardı. Seyid, elbet vatanı için daha önce de yararlılıklar göstermişti. Ancak, onu tarih sahnesine çıkaran hadise, o sıkıntılı anda 300 kiloya yakın top mermisini kaldırarak namluya sürmesi ve savaşın seyrini değiştirmesiydi.

GIYAS YETKİN – “Bir Aslan Türk’ün Hatırası”

18 Mart günü İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden biri olan Ocean zırhlısını batırarak savaşın seyrini değiştiren Seyit Onbaşı, bu mucizevi kahramanlığını ve savaşı, 1936 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde “GIYAS YETKİN – Bir Aslan Türk’ün Hatırası” başlıklı mülakatta şöyle anlatır:

“Düşman gemileri güdük ayın (Şubatın) son günlerinde biryol Boğaz’ı zorlamış ve boyunun ölçüsünü almıştı. 5 Mart günü idi. Ben Kilitbahir Mecidiye Tabyasındaki uzun 24’lüklerin üçüncü topunda idim. Ortalık yeni ağarıyordu. Tarassudlar boğazın ağzında düşman gemilerinin bugün fazlalaşmakta olduğunu kumandana bildiriyordu. Bizim herşeyimiz tekmildi. Tam saat sekizde Boğaz tarafından doğru bir gümbürtü koptu amma bu evvelkilerine hiç benzemiyordu. Düşman bu sefer çok şiddetli ateş açmıştı. Biz de mukabele ediyorduk. Bir aralık bizim tabyayı buldurur gibi oldu. Önce birkaç gülle tepemizden aşarak denize düştü. Sonra önümüzde deniz sularını minareler gibi havaya kaldırdı. Bir aralık toz duman içinde kaldık. Ortalık azıcık yatışınca ne oldu ki diye bir bakındım. 38’lik bir düşman mermisi bizi biraz körlemiş. Büyük bir çukur açarak sağa sola zarar yapmıştı. Topun mataforası (vinci) kırılmış, ihtiyat mermi yolunu bozmuştu. Asıl yol sağlamdı, yalnız toprak altında kalmıştı. Topumuza çok şükür bir zarar olmamıştı. Hemen yolu temizledik, toprak altında kalan çavuşumuzu kurtardık amma ondan ümit kalmamıştı. Sade soluyordu o kadar; onu hemen geriye gönderdik. Bu sırada kumandan bir kırılan matafora koluna, bir de Boğaz’a doğru bakıyordu. Ben de baktım Boğaza doğru. Ne göreyim, düşman gemileri ağır ağır içeri doğru girmiyor mu?

Hemen geriye fırlayarak araba üzerinde duran koca merminin başında boyunlarını bükmüş bakınmakta olan arkadaşları araladım. Bir kere mermiyi kucaklayacak oldum, yağlı olduğundan elimden kaydı. Elimi biraz topraklayarak bir dizimi yere koydum ve mermiyi sırtladım. Kendimi topun ağzında buldum. Merdivenleri ilk defa nasıl çıktığımı hatırlayamıyorum. Gene aşağı atlayarak ikinci, üçüncü dördüncü mermileri sıra ile taşımaya başladım. Kısa bir zaman sustuktan sonra aslan topumuz gene gürlemeye başlamıştı. Dördüncü mermiyi attıktan biraz sonra idi, Goncasuyu tarassut (gözetleme) mevkii iki mermimizin isabetini bildirmişti. Bu haberi de duyduktan sonra bana gülleler ufak bir saman çuvalı kadar yenik (hafif) geliyordu.

Bir aralık kumandan:
-Artık yeter, yoruldun Seyit. Gel bak düşman kaçıyor, diye beni tarassut mevkiine çağırdı.

Şunu da çıkarayım beyim gelirim, dedim. Ve son gülleyi de çıkardım. Sonra kumandanın yanına vardım. Sanki denizin üzeri yanıyordu. Sağda solda iki gemi, kara dumanlar, kızıl alevler içinde yana yana batıyordu. Bu sıra biri daha tutuştu. Arkadakiler dönmeye bile vakit bulamadan geri geri giderek Boğazdan çıktılar. Benim görebildiğim bu kadardı. İleride, bizim Rumeli yakasında kimbilir neler oluyordu. Sonradan öğrendik ki düşmanın beş gemisi batmış ve yalnız bize o gün düşman gemileri 723 mermi sallamıştı. Öte yanını siz düşünün. Bu kadar gürültüde bize çok az zarar olmuştu. Amma o gün akşamüzeri denizden epey de balık toplamıştık.”

MEŞHUR FOTOĞRAFIN HİKAYESİ
Bu fotoğraf, Çanakkale Cephesi’nden geriye kalan belki de en meşhur fotoğraflardan biridir. Önde Havranlı Mehmed oğlu Seyit ve arkasında cephe arkadaşı Niğdeli Ali.. Seyit Onbaşı, Harp Mecmuası’nın ikinci sayısının kapağında yayınlanan fotoğrafın hikayesini sonradan şöyle anlatmaktadır:

“Aradan birkaç gün geçti. Bir gün beni kumandanımız çağırmış, gittim. “Bunu sana Alman generali gönderdi” dediler. Göğsüme bir nişan taktılar, aha şu duvarda durur. Bir hafta sonra da paşalarla beraber bizim tabyaya bir resim zabiti geldi. Alaman zabitiymiş, benim resmimi çekecekmiş. Dolu mermiyi sırtıma kaldıramadım, hırsım geçmiş, boşalttılar da öyle yüklendim. Sonradan kumandanımız bir kitap gösterdi, “Bak Seyit, bu kitapta senin resmin var”, dedi. Baktım, utandım doğrusu. Aslan gibi kumandanlarımız dururken benim resmimi almışlar diye. Kitabın içine baktım, ferahladım. Orada benden başka arkadaşların resimleri de var.”

SEYİT ONBAŞI’NIN SİLAH ARKADAŞI NİĞDELİ ALİ
Aşağıdaki Röportaj, Yedikıta Dergisi’nin 79.Sayısından Alınmıştır.

Mecidiye Tabyası’na düşen bombaların ardından Seyid Onbaşı destan yazdığı esnada yanında silah arkadaşı Niğdeli Ali vardı. Çanakkale’de düşmana tek karış toprağını vermemek için giden Mehmedlerimizden olan Niğdeli Ali de tarihe adını yazmıştır.

Niğdeli Ali’nin (Uğur) oğlu Kenan Uğur ve torunu Ali Uğur ile görüştük. Mehmed ve Hatice çiftinin oğlu olarak 1 Temmuz 1892 tarihinde Niğde’nin Ulukışla ilçesine bağlı Mirahor Köyü’nde dünyaya gelen Niğdeli Ali, anne babasını küçük yaşta kaybetmiş, kimsesiz büyümüştür. Askere gitmeden önce köyünde çiftçilik yapmaktaydı. Çanakkale’de, Seyid Onbaşı’nın 276 kiloluk mermiyi kaldırdığına şahitlik etti. Savaş gazisi olarak döndükten sonra kendisine yaptığı hizmetlerden dolayı devlet tarafından arsalar verilen Niğdeli Ali Uğur, çiftçilik ile uğraşmaya devam etti ve 7 Nisan 1960 tarihinde vefat etti.

Kenan Uğur, babasının isminin devlet tarafından yaşatılmasını isteyerek şunları söyledi: “Seyid Onbaşı’nın silah arkadaşı babam, o gün top mermilerinin bulundukları yere isabet etmesiyle toprak havaya savruluyor ve toprağın altında kalıyorlar. Ama babam, Seyid Onbaşı’nın ayağına takılıyor. Seyid Onbaşı, babamı oradan çıkarmak için elini tutacakken ‘Ali, parmaklarına ne oldu?’ diye soruyor babama. O ana kadar haberi olmamış babamın… Babamın el parmaklarından iki tanesi dipten yoktu, sağ elinin işaret ve orta parmakları. Bundan dolayı da babama Çolak Ali de derlerdi. Ayaklarında şarapnel parçaları vardı. Hatta, ameliyat olursan topal kalırsın demişler, o da ameliyat olmadı. Babamın çok hikayesi vardı. İki kere askere gitmiş. İlkinde yaralandıktan sonra gelmiş İstanbul’a, 14 ay tedavi görmüş. Tedaviden sonra tekrar gitmiş askere; gemiyi batırdıkları zamanki yere, Çanakkale’ye.

“Bana geldiler ‘Ne istiyorsun?’ dediler. Ben hiçbir şey istemiyorum, devlet babama vereceğini vermiş. Aylığa bağladılar, askeri emirle dört yerden arazi verdiler. Benim istediğim tek şey, köyümüzün girişine devlet tarafından ‘Niğdeli Ali’nin Köyü’ tabelasının koyulması ve bir anıt mezar yapılması.”

Niğdeli Ali’nin torunu Ali Uğur, Niğdeli Ali isimli başka şahıslar da çıkabileceğini söyleyerek askeriyede ve arşivde dedesinin adına kayıtlı belgelerin, tapuların ellerinde olduğunu; hatta hastane raporunun dahi bulunduğunu anlattı. Ama, Niğdeli Ali’nin torunlarının kimler olduğundan öte, onun gibi, Koca Seyit gibi daha binlerce isimsiz kahramanımızın hatırlanması, tanınması ve tanıtılması daha önemli.

SEYİT ONBAŞI’NIN ATATÜRK İLE İLK KARŞILAŞMASI
Kocaseyit’in mucizesi büyük yankı yaratarak Çanakkale cephesine tezden yayılır. O sırada Eceabat’ın “Maydos’un Bigalı Boğalı” köyünden karargah merkezi olarak kullanan 19.Fırka Tümen Komutanı Mustafa Kemal Atatürk de bu haberi duyar. Duyunca da bu mucize kahramanı görüp yakından tanımak ister. Bu nedenle de o yılın Nisan ayı başlarında yani 18 Mart zaferinin 20. gününde kendi atıyla hizmetlilerini özellikle gönderip, Kocaseyit’i birliğinden aldırıp, köydeki evine getirtir. Onu konuk eder. H.Murat Başbay “Çanakkale’den Asker Mektupları” adlı kitabında, aralarında geçen konuşmayı şöyle yazar:

Büyük Gazi:
-Kocaseyit isimli topçu onbaşı sen misin evlat?

Kocaseyit:
-Benim gumandanım!
-Tek başına nasıl kaldırabildin koca gülleyi?
-İşte ALLAH’ın izniyle oluverdi gumandanım.. Sankim gülle ıfacık tefecik bir çam bölmesi gibi geliverdi.
-Peki asker, sen kumandanlarından hiç para, altın gibi ödüller kabul etmemişsin, varlıklı da değilsin. Acaba bu nedendir?
-Olsun gomutanım. Memleketimize kırk yılın başı bi iş, bi hizmet yaptıysak hemen ödül, mükafat mı olurmuş. Sonacım benim eskerlemdi en büyük mükafatı siz verdiniz. Beni yanınıza çağırıp, bir fincan kahve sunmanız benim için en büyük mükafattır gumandanım!
-Asker gülleyi kaldırdığın gibi beni de kucaklayıp kaldırabilir misin? Söyle asker, çekinmeden söyle, kaldırabilir misin?
Kocaseyit biraz durakladıktan sonra, Atatürk’ün yüzüne anlamlı şekilde bakıp sorusunu yanıtlar:
-Hayır gumandanım.
-Niye, ben koca gülleden daha ağır mıyım sanki?
-Gülle başka, siz gene başka gumandanım. Sizi ben değel gimsecikler kaldıramaz. Çünküm sizin büyüklüğünüz, ağırlığınız gülleylen ölçülemez gumandanım!
Kocaseyit’in bu cevabı Atatürk’ü fazlasıyla memnun eder. Kahramanı saygılı, yiğit ve güvenilir bulur. Atatürk’ün aklına bir soru yöneltmek gelir:
-Sanıyorum eski bir askersin. Askerlikten bıktın mı? Terhis olupta evine döndükten sonra bu ocağa seni yeniden çağırsalar severek, isteyerek, gönlünce yine koşar gelir misin?
Kocaseyit hiç düşünmeden:
-Tabey gelirim gumandanım.. Değil 9 sene 18 senede yapsam ekserliğimi sizin gibi gomutanlar haydin esker ocağına gelin dedimiydi tabeyke hemen gene koşup gelirin, cevabını verir. Kocaseyit’in bu cevabı Atatürk’ü pek memnun eder. Aynı cephede oldukları sürece Kocaseyit’i her zaman sever, onunla ilgilenir ve onu hiç unutmaz.

“BİZ MADALYA İÇİN, MAAŞ İÇİN DÖVÜŞMEDİK.”

1918 yılında Onbaşı rütbesiyle terhis edilen Seyit Onbaşı, Yunanlıların İzmir’i, Ayvalık ve Edremit’i işgal etmesi nedeniyle tekrar cepheye çağırılır. Ordunun 26 Ağustos 1922’de başlattığı Büyük Taarruz’a da iştirak eder.
Düşman bu vatan topraklarından temizlenip savaş sona erdikten sonra köyüne döner Seyit Onbaşı. Çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için bin bir meşakkatle dağdan odun getirir, odun kömürü yapıp satar. Oldukça fakir olan Koca gazinin madalyası bile yoktur. “Müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar” diyenlere, “Biz madalya için, maaş için dövüşmedik. Ya şehid olacağız ya gazi dedik. Ücretini Cenab-ı Allah’tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasip etti” der.

SEYİT ONBAŞI’NIN HAVRAN’DA ATATÜRK İLE İKİNCİ KARŞILAŞMASI
Çanakkale Kahramanı Seyit Onbaşı, sürdürdüğü mütevazi hayatında Büyük Önder Atatürk ile iki kez biraraya gelme mutluluğunu yaşamıştır. Koca Seyit’in Atamız ile ikinci buluşmasını Yazar Ali Erdin “Koca Seyit” adlı kitabında şöyle anlatır:

“Cumhuriyetimizin ilanından birkaç yıl sonra Ulu Önder Atatürk, yurtiçi ziyaretlerine başlar. Bu yurtiçi ziyaretlerinden birinde büyük Atatürk Balıkesir’e uğrar. Balıkesir’den de Çanakkale ili yöresine geçecektir. O zamanlarda Havran, yedi kilometre uzağındaki Edremit’in şirin bir nahiyesidir. Atatürk Havran’a giriş köprüsünde yöre halkı, Edremit Kaymakamı, Havran Nahiye Müdürü ve savaş gazilerimiz tarafından coşku ile karşılanır. Havranlılar Büyük Atatürk’ten, gece konukları olmalarını ve kendilerini onurlandırmalarını rica ederler. Yanında eşi Latife hanımefendi de olduğu halde, Havran beyzadelerinden Terzizadelerin üç katlı ahşap evlerinin konuğu edilir.

Atatürk konuk edildiği evde, akşam saatleri sırasında Edremit kaymakamından yörenin sorunları hakkında bilgi alır. Bu sırada Atatürk’ün aklına aniden Çanakkale Kahramanı topçu Koca Seyit Onbaşı gelir. Atatürk, Edremit Kaymakamına:
“Kaymakam bey, kazanız dahilinde oturan bir kahraman olacak, adı Koca Seyit.. Bu kahramanı tanır mısınız? Bana bu kahramanı hemen bulup getirin” deyince kaymakam beyde şafak atar. Çünkü kaymakam bey Koca Seyit’in adını duysada, nerelerde, Edremit’in hangi köyünde oturduğunu bilmez. Kaymakam bey, emrindeki adamlarına: “Bu yörede bir kahraman Koca Seyit varmış. Her kimse Koca Seyit, derhal ivedilikle bulunacak.”
Kocaseyit’in Manastır köyünde olduğu öğrenilince, köyünden alelacele getirmek için hemen manastır köyüne iki jandarma salınır. Namazdan çıkarken de Koca Seyit’i hemen yakalarlar.

Jandarmalar:
“Koca Seyit, Gazi Paşa bu akşam Havran’da, acele seni istemiş.”
Ve hemen yola çıkarlar. Ayağında eskice çarıkları, saçı sakalı uzamış ve kömür tozundan iyice siyahlaşmış ötesi berisi yırtık pırtık giysileri içinde Koca Seyit, sevincinden jandarmaların önünde adeta uçarak gider. Kaymakam bey, yanına getirilen Koca Seyit’i şöyle bir baştan aşağıya süzer. Üstünü başını düzensiz, kirli, eski ve çok berbat bulur. Atatürk’ün çok önem verdiği bu kahramanı bu kılık, kıyafetle huzuruna çıkarmaktan çekinir, utanır. Nahiye müdürüne seslenir: “Müdür, çabuk senin şu giydiğin esvaplarından, ayakkabından bir takım getir” der.

Huzuruna çıktığında Koca Seyit Büyük kumandanın ellerine sarılıp öper “Hoşgeldiniz, sefa geldiniz Paşa hazretleri” der. Atatürk, Koca Seyit’i çok yakınına oturtur, önce hal ve hatırını sonra da ne işler yaptığını sorar. Odun, kömür işleri yaptığını duyunca Koca Seyit’in üstünü başını tetkik eder ve sorar: “Sen günlük işine bu kılık kıyafetle mi gidersin Seyit Onbaşı?” der.

“Kaymakam bey böyle lüzom gördü paşam. Atatürk’ün yanına eski, kirli kıyafetle gidilmez dedi ve bene müdürün esvaplarını giydirdiler.”

Atatürk bu duruma fena halde bozulur ve üzülür. Edremit kaymakamına döner:
“Beyler, efendiler lütfen bu kahramanın durumuyla yakından ilgilenin. Memleketimizi bunlar kurtardı, Cumhuriyet bunların desteği ile kuruldu. Kimseye muhtaç etmeyin bu yiğitleri” der.
Kendisinden bir isteği olup olmadığını sorduğunda ise, sadece odun keserken ormancıların kendisine engel olmamaları ricasında bulunur.

KOCA SEYİT ANITI
Seyit Onbaşı, 1939 yılında akciğer rahatsızlığı sebebiyle 50 yaşında vefat eder. Bu değerli insanın ruhunu her daim şad etmek, hatırasını yaşatmak ve bu büyük kahramanın nezlinde binlerce şehit Mehmetçiğimizi anmak için, ebedi istirahatgahının bulunduğu yere bir anıt yaptırılmıştır.

Kocaseyit Köyü’nde Seyit Onbaşı’nın kabrine yakın yerde yapılan bu anıt, 4 dönümlük geniş bir alan üzerine kuruludur. Anıt alanı içerisinde Koca Seyit heykeli, Atatürk heykeli, anıt, müze ve savaş topu yer almaktadır. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Rahmetli Prof.Dr. Tankut ÖKTEM tarafından projelendirilen ve yapımına başlanan, ancak heykeli bitirmeye ömrü yetmeyen Öktem’in ailesi tarafından tamamlanan Topçu Onbaşı Koca Seyit heykeli, Havranlılara Tankut Öktem anısına yine ailesi tarafından hediye edilmiştir.

Heykele birleşik olarak, Balıkesir Valiliği ve Havran Kaymakamlığı’nca yaptırılan Atatürk Anıtı ise, Atatürk’ün sözlerini içeren ve Çanakkale Savaşları’ndaki siperlerin sembolize edildiği aynı kompozisyon içerisinde yer almaktadır. Ocean gemisi ve Koca Seyit’in topa sürdüğü mermilerin temsil edildiği Anıt’ta ise, Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin” adlı şiiri ve “Atatürk’ün Gözüyle Çanakkale Zaferi’ndeki Türk Askeri” yazısı yer almaktadır.

Koca Seyit Anıtı’nda gelen ziyaretçileri karşılamak, bilgilendirmek ve anıtın bakımını yapmak üzere bir kişi görevli olarak çalışmaktadır. 2008 yılından bu yana Anıt’ta görevli olarak çalışan Muhammed YIKAR, Koca Seyit’in torunudur. Koca Seyit’in kızı Ayşe ninenin torunu olan Muhammed Yıkar, dedesi anısına yapılan Kocaseyit Anıtı ve Müzesi’nde, Türkiye’nin her yerinden gelen ziyaretçilere dedesini anlatır.